Tekil Mesaj gösterimi
Alt 01-Ocak-2010, 20:37   #29 (permalink)
Tugay NAYKI
Bizim Coğrafya Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: 04-Haziran-2009
Ad- Soyad: Mustafa Yıldız
Mesajlar: 4.878
Teşekkürleri: 2.435
1.608 mesajına 9.665 kere teşekkür edildi.
Standart

SULAK ALANLAR NEDEN ÖNEMLİDİR?

Sahip olduğu biyolojik çeşitlilik nedeniyle dünyanın doğal zenginlik müzeleri olarak kabul edilen sulak alanlar; doğal işlevleri ve ekonomik değerleriyle yeryüzünün en önemli ekosistemleridir.

Sulak alanlar, yeraltı sularını besleyerek veya boşaltarak, taban suyunu dengeleyerek, sel sularını depolayarak, taşkınları kontrol ederek, kıyılarda deniz suyunun girişini önleyerek bölgenin su rejimini düzenlerler.

Bulundukları yörede nem oranını yükselterek, başta yağış ve sıcaklık olmak üzere yerel iklim elemanları üzerinde olumlu etki yaparlar.

Tortu ve zehirli maddeleri alıkoyarak ya da besin maddelerini (azot, fosfor gibi) kullanarak suyu temizlerler.

Tropikal ormanlarla birlikte yeryüzünün en fazla biyolojik üretim yapan ekosistemleridir.

Başta balıklar ve sukuşları olmak üzere gerek ekolojik değeri, gerekse ticari değeri yüksek, zengin bitki ve hayvan çeşitliliği ile birçok türün yaşamasına olanak sağlarlar.

Yüksek bir ekonomik değere sahiptirler. Balıkçılık, tarım ve hayvancılık, saz üretimi, turizm olanaklarıyla bölge ve ülke ekonomisine önemli katkı sağlarlar.

DÜNYADA VE TÜRKİYE’DE GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE SULAK ALANLAR

Tarihsel süreç incelendiğinde, ilk insan yerleşimlerinin deltalar, taşkın ovaları, göl ve akarsu kıyıları gibi sulak alanlar olarak tanımlanan yerlerde yoğunlaştığını görmekteyiz. Mısırlılar, Mezopotamyalılar, Çinliler, Hintliler, İnduslar, Aztekler gibi pek çok topluluk binlerce yıl sulak alanlarla iç içe yaşamışlar, her yıl yenilenen verimli taşkın ovalarında tarım ve hayvancılık yapmışlar, sazından, balığına ve kuşuna sulak alanların sağladığı olanaklarla büyük medeniyetler kurmuşlardır. Ta ki 1890’lı yıllarda yüzyıllardır milyonlarca insanın
ölümüne yol açan sıtmanın kaynağının sivrisinek olduğunu öğrenene kadar.

O tarihten itibaren insanların sulak alanlara bakışı değişmiş, sıtmayı önlemenin tek ve kesin çözümünün bataklıkları kurutmak olduğu varsayılmıştır. Toplumda bu anlayış o kadar benimsenmiştir ki, büyük ve karmaşık problemlere köklü ve kesin çözümleri önerirken “sivrisineği öldürmek yetmez bataklığı kurutmak gerek” deyimi en yaygın kullanılır deyimlerden biri olarak kültürümüzdeki yerini almıştır. Önceleri sadece sıtma hastalığını önlemek için başlayan kurutma çalışmaları, gelişen teknoloji ile birlikte yeni tarım alanları elde etme amacına
yönelmiş, sazlık ve bataklıkların yanısıra taşkın ovalarını ve gölleri de kapsayarak artarak devam etmiştir. Bu süreçte, Akdeniz ülkeleri sulak alanlarının %70’ ine yakınını kaybetmiştir.

Ancak sulak alanların kurutulması sonucu elde edilen arazilerin pek çoğundan istenilen tarımsal üretime erişilemediği gibi; bir kısım yerlerde de tuzlanma, turbaların yanması, rüzgar erozyonu gibi nedenlerle kısa zamanda verimsizleşmiştir. Ayrıca, yörenin su rejiminde meydana gelen bozulmalar ve iklimsel değişmelerin yanı sıra; bir çok canlı türünün neslinin tehlikeye düşmesi ya da tamamen yok olması gibi telafisi mümkün olmayan sorunlar ortaya
çıkmıştır.

Bu gelişmelerin ardından sulak alanların önemi tüm dünyada anlaşılmaya başlamış, sivil toplum örgütleri ve diğer doğa koruma kuruluşlarının da etkisiyle pek çok ülkede sulak alanların korunması için bir dizi koruma önlemleri alınmaya başlamış, ekolojik, sosyal ve ekonomik analizlere dayanan sulak alan koruma programları geliştirilmiştir.

Ülkelerdeki bu gelişmelere paralel olarak, uluslararası düzeyde de çalışmalar başlatılmış, pek çok hukuksal düzenlemeler yapılmıştır. Bunlardan en önemlisi 1971 yılında İran’ın Ramsar kentinde imzaya açılan ve kısaca Ramsar Sözleşmesi olarak imzaya açıldığı kentin adıyla anılan Özellikle Su Kuşları Yaşama Ortamı Olarak Uluslararası Öneme Sahip Sulak Alanların Korunması Sözleşmesi’dir. Ramsar Sözleşmesi, sadece sulak alanların korunmasını öngören bir sözleşme olmasının yansıra, doğa koruma alanında da imzaya açılmış ilk sözleşmedir.

Bu nedenle sözleşmenin dünya doğa koruma hareketi içerisinde de
önemli ve ayrıcalıklı bir yeri vardır. Ocak 2004 itibariyle Sözleşmeye 138 ülke taraf olmuştur.

Bu ülkeler, toplam alanı 111.884.289 hektar olan 1328 sulak alanı Sözleşme Listesi’ne dahil ettirmişlerdir.

Sözleşmeye taraf ülkeler;

-Ulusal sulak alan envanterlerini hazırlamayı, ve uluslararası öneme sahip sulak alanlar listesine girecek sulak alanlarını belirlemeyi, bunların korunmasını ve akılcı kullanımını geliştirecek metodları planlayıp uygulamayı, listeye dahil olan herhangi bir sulak alanın ekolojik karakterini olacak değişmeleri "Uluslararası Doğa ve Doğal Kaynakları Koruma Birliği"ne rapor etmeyi,

-Sulak alanlar dahilinde doğal rezervler yaratmayı ve bunların korunması için yeterli önlemler almayı, iyi yönetimle uygun sulak alanlarda su kuşları nüfusunu artırmayı,

-Araştırmayı ve bilgi alışverişini teşvik etmeyi, sulak alan araştırmaları, yönetimi ve korunması konusunda bilgili personel yetiştirmeyi,

-Bir sulak alanın birden fazla akit tarafın topraklarına yayılması veya bir su sisteminin akit taraflarca paylaşılır durumda olması halinde; sözleşmenin getirdiği yükümlülüklerin uygulanmasında birbirlerine danışmayı taahhüt etmişlerdir.

Türkiye’de de 1950’li yıllarda tüm dünyada olduğu üzere sıtma hastalığını önlemek üzere başlatılan sulak alanların kurutulması çalışmaları, takibeden yıllarda tarım toprağı elde etme amacına dönüşmüş, bu dönemde toplam alanı 93 582 hektar olan 21 sulak alan tamamen kurutulmuştur.

Yine aynı dönemde uluslararası öneme sahip 17 sulak alanda ise taşkın önleme
veya su rejimine yapılan müdahaleler nedeniyle toplam 143 956 hektarlık alan geri dönüşü olmayacak şekilde kaybedilmiştir. Türkiye’de kaybedilen sulak alanların miktarı (toplam 236538 ha.) pek çok Avrupa ülkeleriyle karşılaştırıldığında daha küçük gibi görünse de ülkemizdeki sulak alanların hemen tamamında (su rejimine yapılan müdahaleler, kirlenme,
aşırı ve yanlış avlanma, yabancı türlerin atılması gibi nedenlerle) ekolojik dengenin büyük ölçüde bozulduğu görülmektedir. Hatta pek çok alanın çok acil önlemler alınmadığı takdirde tamamen kaybedilmesi söz konusudur.

1980’li yıllarda dünyadaki gelişmelere paralel olarak Türkiye’de de sulak alanların korunması konusunda özellikle sivil toplum örgütlerinin çabaları yoğunlaşmış ve kamu kurumları üzerinde oluşturulan baskı sonuçlarını vermeye başlamıştır. Nitekim 1991 yılında Çevre Bakanlığı’nın kurulmasıyla birlikte, Bakanlık bünyesinde bir sulak alanlar birimi oluşturulmuş, 1993 yılında Başbakanlık tarafından “Sulak Alanların Korunması Genelgesi” yayımlanmış ve ilk kez sulak alanların korunması hükümet politikası olarak kabul edilmiştir.
1994 yılında ise Türkiye Ramsar Sözleşmesi’ne taraf olmuş ve akabinde uluslararası öneme sahip sulak alanlardan Manyas Gölü, Burdur Gölü, Sultan Sazlığı, Seyfe Gölü ve Göksu Deltası’nı 1994 yılında, Kızılırmak Deltası, Gediz Deltası, Ulubat Gölü ve Akyatan Lagünü’nü ise 1998 yılında olmak üzere uluslararası öneme sahip sulak alanlarından dokuzunu Ramsar Sözleşmesi’ne dahil ettirmiştir. Bunların toplam alanı 159 300 hektardır. Bu dönemde, özellikle doğa koruma ile ilgili gönüllü kuruluşların çabalarını sulak alanların korunmasına yoğunlaştırması ve kamu kurumları üzerinde baskı oluşturmaları oluşturmaları
sonucunda; sulak alanların kaybına neden olabilecek pek çok projenin revize edilmesi, Sulak Alanların Korunması Yönetmeliği’nin ve 2003-2008 Ulusal Sulak Alan Stratejisi’nin uygulamaya konması, Ulusal Sulak Alan Komisyonu’nun kurulması ve sivil toplum örgütleri ile bilim adamlarının daha etkin bir şekilde karar ve yönetim süreçlerine katılması gibi önemli kazanımlar elde edilmiştir.

Ancak, politik, yasal ve kurumsal anlamda elde edilen tüm bu kazanımlara rağmen, Türkiye’deki sulak alanlar hala büyük tehlikelerle karşı karşıyadır ve
hala sulak alan kayıpları devam etmektedir. Bunun başlıca nedeni, hala kamuoyunda sulak alanların öneminin yeterince bilinmemesi ve sulak alanların önemsenmemesi, su ve arazi kullanım plan ve programlarını geliştirenler arasında sulak alanların korunması fikrinin yeterince benimsenmemesi ve kabul görmemesi, hala bunlar arasında kurutulan sulak alanlarda yaşanan olumsuzlukların farkında olmayan ve sulak alanların kurutulmasından
toplum yararı bulunduğuna inanan önemli bir kitle bulunması ve bu kitle siyasilerden de önemli destek almasıdır.

Türkiye Sulak Alanlar Bakımından Avrupa ve Orta Doğu’nun En Önemli Ülkesidir!
Türkiye’nin Avrupa, Asya ve Afrika kıtaları arasındaki geçiş noktası üzerinde bulunması, üç tarafının farklı ekolojik karakterdeki denizlerle çevrili oluşu, deniz seviyesinden 5000 metreyi aşan yükseklik farklılıkları ve bu özellikleri neticesinde ortaya çıkan iklim çeşitliliği, Türkiye’yi sulak alanlar bakımından bulunduğu coğrafyanın en önemli ülkelerinden biri yapmıştır.

Batı Palearktik Bölge'deki dört kuş göç yolundan ikisinin Anadolu üzerinden
geçmesi Türkiye’nin önemini arttıran bir başka etken olmuştur.

Türkiye’de “Ramsar Sözleşmesi Sukuşu ve Balık Özel Kriterleri” ne göre 76 uluslararası öneme sahip sulak alanın bulunduğu belirlenmiştir. Bunların toplam alanı 1 295 546 hektardır.

76 alandan 72’sinin sukuşları, 4’ünün balıklar, 16’ sının ise hem sukuşları hem de balıklar bakımından uluslararası öneme sahiptir. Ramsar Sözleşmesi’nin diğer kriterlerine göreyapılacak değerlendirmelerin de tamamlanmasıyla Türkiye’deki uluslararası öneme sahip sulak alanların sayısı daha da artacaktır.
__________________
''Bu topraklar bomboş arsalar değildir, adı Vatandır. Vatan; Dünyada, parası, fiyatı, karşılığı, borsası, piyasası olmayan tek şeyin adıdır.''

Nihat GENÇ


Cumhuriyet onurla yaşar! Cumhuriyet bağımsızlıktır, onurumuzdur, dirliğimizdir, bereketimizdir, Nasrettin Hoca'dır, Yunus Emre'dir, bütün bu değerleri çocuklarımıza anlatmaktır. Onur ve şeref kazınmış ve çıkartılmıştır bu topraklardan. Böyle cumhuriyet olacaksa hiç olmasın, yıkılır bir tanesi daha yapılır.

Nihat GENÇ
[/SIZE]
Tugay NAYKI isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla